İlâhî Lütfa güven
Stomion’da iken bir gün üstündeki yün yeleği bir fakire vermiş ve cübbesiyle kalmıştı. İş için Konitsa’ya indiğinde postaneye de uğradı. Bir paket yün yelek gelmişti. Üstatın inancı : « Sen ver, Tanrı da sana verir » idi.
*
Katunakia’da şekeri düşmüştü, yanında hiçbir şeyi de yoktu. Derken bir ziyaretçi geldi ve Üstata incir ve üzüm verdi : « Bunları sana getirdim. » Üstat Tanrı’ya şükretti.
*
Bir gün yolda iri bir mantar buldu. « Tanrı’ya şükürler olsun” dedi, “dönüşte keserim bunu, akşamlık rızkım çıktı. » Döndüğünde, bir hayvan mantarın yarısını kemirmişti. « Şükürler olsun” dedi yine, “demek ki sadece bu kadar yemem lâzımmış ! » Ertesi gün kulübesinden çıktığında çevreyi mantarlar kaplamıştı. Üstat yine şükretti : « Şükürler olsun” dedi, “biri için, yarısı için, hepsi için. »
*
Mânevî çocuklarından biri anlatıyor : « Üstatı Değerli-Haç’ta ziyarete gitmiştim. Bana tuhaf gelen, pantufla türü terlikler gördüm : altı deri, üstü yüne benzer bir örgü. Böylesini hiç görmemiştim, sordum :
“Yeronda, nereden buldun bunları ?
— İstersen al, dedi.
— Yok, Yeronda, istemem, ne yapacağım ! Merakımdan sordum.
— Al, al ! Bana yenisini getirirler.”
Üstatın ısrarı üzerine istemeye istemeye aldım. Ben yanından ayrılmadan Stavronikita’dan elinde bir paketle bir keşiş çıkageldi. « Aç bakalım” dedi Üstat, “görelim, postacı bize neler getirmiş ! » Açtık paketi. İçinde bir çift de pantufla terlik vardı. « Gördün mü ? » dedi Üstat.
*
Bir gün Üstatın inziva kulübesinde bulunan bir ziyaretçi üşümüştü. « Sana ne verebilirim evlâdım ? » diye arandı Üstat. Giydirecek bir şey bulamayınca da sırtındaki yeleği ona giydirdi. Ziyaretçinin yanından ayrılmasından beri bir saat geçmemişti ki elinde bir paketle bir başkası çıkageldi. Pakette bir de yelek vardı.
Üstat anlatmıştı : « Geçmiş yılların birinde (belki 1971) onbeş gün kadar fena halde hasta olmuştum. Ateşim vardı, titriyordum. Sobam yoktu, yalnızdım. Ne ıhlamur yapabiliyordum ne dışarı çıkabiliyordum. Öylece öleceğimi düşünüyordum ki Peder Tihon’un Kisvesini üzerime aldım. Üzerime indiğini hissettiğim lütfu anlatamam ! Kendimi kulübemin dışında ışıklar içinde buldum, dünyaya başka gözlerle bakıyordum. Kuşlar, balıklar, gezegenler, tüm kâinat. Her şey konuşuyor, her şey « Tanrı senin için her şeyi yaptı insanoğlu » diyordu.
Tanrı’ya, öldüğümde yalnız olmak için dua ediyordum. Tek başına bu düşünce içimin sevinç ve neşeyle dolmasına yetiyordu. İnsanlar tarafından terkedilmek, insan tesellisinden yoksun kalmak, ilâhî teselliyi bol bol getirir.
Hastalandığında bu sebeple doktor çağırmıyor, kendini güven ve sabırla Tanrı’nın lütfuna bırakarak « Hasta olduğumda yanımda kimseyi istemem ki Tanrı beni teselli etsin » diyordu.
*
Onu « çocuklarını bağrına basan bir anne gibi[1] » kayıran ilâhî lütfun bu kadar yardımını gördükten sonra Tanrı’ya nasıl güvenmezdi. Her zaman ve her yerde Tanrı onu değerli bir evlâdını kollar gibi kolluyor ; genelde kendi ihtiyaçları için dua etme alışkanlığı olmadığı halde bazen başka bir insan vasıtasıyla, bazen doğaüstü bir şekilde, bazen küçük, bazen tümüyle hayatî ihtiyaçlarını karşılıyordu. Üstatın « Nasıl çocuk annesinin göğsünde kendisini güvende hissederse, imanlı da Tanrı’nın bağrında kendisini çok daha güvende hisseder » demesinin sebebi buydu : « Artık annesinin göğsüne yaslanmış çocuğun neşesini duyuyorum. Tanrı’nın bağrı cennettir. Dua durur, her şey durur. Artık cennettesinizdir. »
Aynorozlu Peder İsaak’ın kaleme aldığı Kapadokyalı Aziz Paisios (1924-1994) kitabından bir alıntıdır. (Paros yayıncılık, İstanbul, 2015)
[1] 1. Selâniklilere 2, 7.